Mehmet Nuri Kimdir?
01 Mayıs 2009 Cuma Saat 21:20
Annesi Siranuş, babası Mehmet Nuri’dir. Kahta’nın Narince nahiyesinde oturur. Amcası Şükrü Ağa, Diyarbakır milletvekiliydi.
1926’da Şeyh Sait isyanı nedeniyle babası Mehmet Nuri ile birlikte idam edildi.
Babası idam edildiği zaman Mehmet Nuri kendisi doğmamış. Bu nedenle onun adını alıyor. Evine gittiğimizde...
Evin geniş misafir odasına oturdular.Yerler halı;yastıklar ise halı yüzlüydü.Hoş geliş çayları içildi.Sonra meyveler geldi.
Mehmet Nuri,köşesine bağdaş kurup oturdu.Önüne tabakasını ,bir çanak içindeki kesme tütününü,sigara kağıtlarını koydu.Sigaralarını ustalaşmış parmaklarıyla sarıyor,dumanını derinlere çekiyordu. Sol gözü hastalanmış, görmez olmuştu. Tek gözle dünyaya bakmaya alışamamıştı. Son zamanlarda derdi tasası kör olan gözüydü.
Mehmet Nuri, Kürtçe konuşuyordu. Haci İbrahim, Sultan Hanım Kürtçe konuşuyordu. Şirin, Ruken, Berfin Mehmet Nuri’nin karşısına oturdu, bellerini yastığa dayadılar. Dilan ve Zerin annelerinin yanı başına oturdular. Berfin, Dilan Kürtçe konuşmaları iyi anlayamıyor. Gulçin ise hemen hemen hiç anlamıyor. Konuşulanları gözleriyle anlamaya çalışıyorlar. Bazen de duyulur duyulmaz bir sesle Sultan Hanım Türkçeye, Almanca’ya çeviriyor. Mehmet Nuri, yeğenlerinin Kürtçe anlamadıklarını görünce, yarı Türkçe yarı Kürtçe konuşmaya başladı. Soru sorup durmaya gerek yok atık.Kürtçeyi anlamayanlar konunun akışından bütününü anlamaya çalışıyordu.
Laf lafı açtı. Yakınlardan uzaklara, uzaklardan yakınlara gidip geldiler.
Haci İbrahim lafın önünü açtı. Mehmet Nuri’nin dilinin bağını çözdü.
Sordu;
‘’Hele be Ape Mehemed Nuri tu çen sali?’’
Mehmet Nuri,sarma sigarasından derin bir nefes çekti. Bir müddet sustu. Pencereden uzaklara ve odanın içinde ki insanlara baktı;
‘’Babam ve amcamın idam edildiği yıl doğmuşuım!’’ cümlesiyle başladı anlatmaya. ’’Hesap et. Babam 1926 yılının Mayıs ayında, Diyarbakır da idam edilmiş. Babam idam edildiğinde ben on beş günlükmüşüm. Yirmi altıdan iki bine eder yetmiş dört. Üç yıl daha ekle...Vardık yetmiş yediye.’’
Zerin yarı Almanca, yarı Türkçe kelimelerle sordu.
‘’Warum senin baba hingerichtet worden?’’
Haci İbrahim Kürtçeye çevirdi;
‘’Çima bave te bi darxistin?’’
Mehmet Nuri, sigarasından derin bir nefes daha çekti;
‘’Anlamadı anlatması da zordur bu işlerin. Hele sizin aklınız çok zor erer bu işlere. Ben bile bu yaşıma geldim, bazı olayların sırlarını hala tam olarak çözemedim. Çocukluğumda anam anlatmadı bana... Sonra sonra ,ben sorunca anlatmaya başladı. Babasız büyüdüm. Hayatımda ağzımdan bir kez bile ‘’baba’’ sözü çıkmadı. Dilim dönmez ‘’baba’’ demeye. Çocukluğumda hep babamı beklerdim. Sanki babam gittiği yerden bir gün ansızın çıkıp geliverecekti... Koca kapı çalındığında koşar giderdim... Babam hiç gelmedi!’’
Sustu; Etrafına bakındı. Gözlerinden akan yaşları elinin tersiyle sildi.
‘’Zordur bu işler,zor!’’ diyerek devam etti;
‘’Bak bu yaşıma geldim,hala babamı bekliyorum. İnsan yaşlandıkça çocuklaşıyor mu ne? Bu acılara sebep olanların Allah bin belasını versin!’’
Yeniden sustu.Biz de sustuk.Sessizliği Hacı İbrahim bozdu;
‘’Hele en başından anlat yaşadıklarını’’ dedi Kürtçe.
‘’En başından anlatayım... Anlatayım da bu yeğenlerim de anlasın atalarının başlarına gelenleri. Sizler de bilin anamın bana anlattıklarını.’’
Mehmet Nuri başladı anlatmaya. Sözünü pek kesmediler. Bazen Sultan Hanım, bazen Haci İbrahim kısa kısa, ara sorular sordu.
‘’Ben anamın karnında iken babamı yakalamışlar. Babam, hapise giderken, anama; ’Hanım, bu çocuk doğduğunda isim takma! Bu gidişimizin dönüşü olmayabilir! demiş. Babam tahmin ettiği gibi, amcam Şükrü Ağa ile birlikte yakalandıktan kısa bir zaman sonra idam edilmiş. Babamın ölüm haberi gelince, anam bana babamın ismini takmış. Adım böylece Mehmet Nuri olmuş. Çok zordur bir insanın, bir çocuğun idam edilen babasının adını taşıması. Babamın ve anamın kaderi, benim peşimi hiç bırakmadı.’’
Sustu. Oturuşunu yeniledi. Pencereden dışarılara baktı. Birilerini arıyor, birilerini bekliyor gibiydi.
‘’Anamın asıl ismi ‘Siranuş’idi. Babamla evlendikten sonra, ’Hanım’ demişler. Anam, gençliğinde bana ve ağabeylerime; ’Hele bana bir kere Siranuş deyin de duyayım!’ derdi. ’Siranuş’deyince bana sarılır; öper,öper ağlardı.Gözyaşları dinip konuşacak hale gelince derinden bir ‘Ah!’çeker; Yerinden uğrayan yetmiş yedi kadaya uğrarmış; en küçüğü ölümmüş!’ derdi. Çocukluğumda anamın ağlayışına bakar bakar ben de ağlardım .Anamın neye ağladığını bilmezdim. Ben anama ağlardım.’’
‘’Anam bazan dağlarla, kuşlarla, taşlarla, toprakla, çiçeklerle konuşurdu. Konuştuğu dili anlamazdım. Sorduğumda başımı okşar; ’Anamın,babamın dili, senin dayılarının dili, Hay’ların dili!’ derdi. Hay’ların dili, anamın gözyaşlarının diliydi...’’
Mehmet Nuri’nin gözlerinden gene yaşlar gelmeye başladı.
‘’Yahu bana ne oldu bugün? Tutamıyorum kendimi,,, Ağlıyorum çocuk gibi!’’ diyerek sildi gözyaşlarını.
Bir sigara daha yaktı;
‘’Siz büyükler bilirsiniz ama, bu çocuklar bilmez ataların başlarına gelenleri, Anamdan duyduklarımı, en baştan anlatayım!’’
Gözlerini önündeki içi tütün dolu tabağa dikti. Şirin, Ruken, Berfin, Dilav ve Zerrin Mehmet Nuri’nin her sözünü anlayabilmek için dikkat kesildiler.
Mehmet Nuri, kendi soruyor, kendisi cevaplıyordu;
‘’Anamın adı Siranuş.’’
‘’Dedemin adı Barsam.’’
“Dedemi, dayılarımı hiç görmedim. Neden görmedim.Çünkü dayılarımın hepsi öldürülmüş. Hiç birinin mezarı bile yok.’’
“Nasıl olmuş bu işler,anam nasıl kurtulmuş? Anamdan duyduklarımı anlatayım...”
Anamın tek şartı...
O zamanlar bizim sülale ve bizim aile Narince’deymiş. Narince’de herşey bizim sülalenin elindeymiş. Yani hükümet bizmişiz. Eski Kahta da ise, dedem Barsam Ağanın sözü geçermiş. Yeni Kahta’da ise Hacı Bedir Ağalar hakimmiş herşeye.
Dedem bilgili, görgülü bir kişiymiş. Dayılarımın hepsi tahsiliymiş.
Bu bölge de, Tukaris’te (Akıncılar) eski Hamidiye Paşası, Osman Ağanın hükmü geçermiş; sizin anlayacağınız astığı astık, kestiği kestikmiş. Hükümet gibi bir adammış. Osman Paşa, Barsam Dedemi hiç sevmezmiş.
Neden sevmezmiş? Anlatayım.
Osman Paşa, elindeki yetkileri kendi çıkarına kullanmış. Bizim sülaleden birçok kişinin malına mülküne el koymuş. Gaddarlığı ve soygunculuğu iyice açığa çıkmış. Kendisine karşı gelenleri öldürtmüş. Acoğlu köyünde ki Elmira Aşireti reisinin iki oğlunu öldürtmüş. Bu olaydan sonra, Osmanlı Hükümeti, Barsam Ağanın yardımı ile Osman Paşanın paşalığını geri almış. Osman Paşanın yerine, Elmira Aşireti Reisi Fato’ya “paşalık”yetkisini vermişler. Böylece, Elmira Aşiretinin bayan reisi “Fato Paşa”olmuş.
Bu olaydan sonra, Osman ağa aşireti Barsamlara düşman olmuş. Elmira aşireti ve Fato paşa dedemgili, yani Barsamları desteklemeye başlamış.
Gelelim babam gilin aşiretine. Dedim ya, bizim aşiret, Narince’nin tek söz sahibiymiş. Hükümet onların elindeymiş...
Babamlar üç kardeşmiş. Amcam Sabri ağa en büyükleriymiş. Onun küçüğü Amcam Şükrü Ağa imiş. Sabri ağa, Narince de karakol komutanıymış. Babam Nuri Ağa tahsildarmış.Ş ükrü amcam ise Sabri Amcam Öldükten sonra karakol kumandanı olmuş.
Barsam ağa ile Sabri Amcam birbirlerine çok yakınırlarmış. Birbirlerini desteklerlermiş. Birbirlerinin konağına rahat rahat gelip giderlermiş. Barsam ağa Sabri ağadan başka kimseye güvenmezmiş. O felaket günleri gelice, Barsam Ağa tüm malını mülkünü, senetli olarak, Sabri Ağaya emanet etmiş.
Sabri Ağa, karakol kumandanı olarak, Narince bölgesinden geçen Türk olmayan kafilerinin güvenliğinden sorumumluymuş; yani kafile başkanıymış. Kafilelerin Suriye’ye kadar götürülmesini organize ediyormuş. Barsamlar sülalesini sağ salim Suriye ye kadar götürüp, orada ki Şahinbeyler’e teslim edecekmiş. Bu plan bozulmuş. Çünkü, Sabri Ağa’yı ,düşman aşiretler, “Barsamlara yardım ediyor!”diye ihbar etmişler. Bu ihbar üzerine amcam Harputa sürgün edilmiş.
Sabri Ağa gidince Gregos, Şeko ve Agop dayılarım diğerleriyle birlikte Cendere köprüsü’nde öldürülmüş. Dedem Barsam Ağa ise, gördüğü felakete dayanamayarak, Fırat’a kendi atarak intihar etmiş.
Babam felekat öncesinde ki yıllarda anamı görmüş, Sevmiş. Fakat Barsam Ağa, kızını babama vermemiş. Babam bir kürt kızıyla; anam da bir yabancı delikanlıyla evlenmiş.
Felaket günü gelip; ölüm kapıyı çalınca, diğerleri gibi, anamın ilk kocası Cendere Köprüsünde öldürülmüş. Nasıl olmuşsa olmuş, babam kafileyle ölüme giden anamı bulmuş.
“Siranuş ölüme gidiyorsun! Kardeşlerini, akrabalarını öldürdüler. Kocanın ölüsünü gördün. Gel benim karım ol! Ben evlendim ama senin yerin yine birinci olacak” demiş. Anam; “Hayır. Ben kocamın ölümü üstüne sana varmam. Kocamın gittiği yere ben de gideceğim” demiş. Babam çok ısrar etmiş, zorlamış. Bunun üzerine annem “Barsamlar soyundan 10 çocuğu ölümden kurtarırsan ne olacaksa olsun. Sana varırım” demiş. Bu tek şartı babam kabul etmiş.
“Seç seçtiğin çocuğu ver bana saklayayım” demiş. Annem 7 erkek ve 2 kız çocuğu seçip babama vermiş. Böylece Basum ağa soyundan kendisiyle birlikte 10 hayatı kurtarmış. Bu çocukları amcam Şükrü ağa ve babam ortalık duruluncaya kadar, ölüm fırtınası geçinceye kadar ayrı ayrı köylerde saklayıp büyütmüş.
Eğer annem olmasa, annem bu çocukların hayatı karşısında babamın ikinci karısı olmayı kabul etmese, Barsamlar sülalesinden hiç bir kimse şimdi hayatta olmazdı. Ben de olmazdım. Hayat böyle işte. Bugüne bakıp o günleri anlamak zordur. Ölümün kanunları başkadır. Annem “Eğer amcam Sabri ağa sürgün edilmeseydi bir çok felaketi önleyebilirdi” derdi.
Babamın ilk karısından 2 oğlu olmuş. Annem ise 4 erkek çocuk dünyaya getirmiş. Toplam 6 kardeştik. Abuzer, Şükrü, Osman, Bekir, Mustafa ve ben. Abuzer ile Bekir baba bir, ana ayrı kardeşimdir. Ağam Osman intihar edince onun iki çocuğuna da annem bakmış. Ölenle ölünmez, hayatı sürdürmeye mecburdur.
Babam ve Şükrü Amcamın İdam Edilişi
Babamın ve Şükrü amcamın idam edilişini annemden şöyle duydum: “Bizim aşiretimize Mırdez aşireti derler. Sülalemizin adı ise Kürtçe Mola Efendiya’dır. Mırdez aşireti ile Tokaris’te (Akıncılar) yaşayan ve bütün bölgede hükmü geçen Hamidiye paşası Osman ağa aşireti arasında aşiret kavgası varmış. Aynı şekilde bizim aşiret ile Mıfti aşireti arasında da uzun yıllardan beri bir husumet bulunuyormuş.
Bu üç aşiret arasında kavgalar daha da alevlenmiş. Bu kavgaların esas sebebini soracak olursanız çıkar kavgasıdır derim. Narince’den tut Malatya’ya kadar Canbek, Dırejun aşiretleri bizim aşirete bağlıymış. Kahta’daki Bedir ağa amcam Şükrü ağanın kayınbabasıymış.
Haci Bedir ağa 1920’de Ankara’da açılan ilk TBMM’de Malatya mebusu olmuş. Amcam Şükrü ağa ise ilk açılan mecliste Diyarbakır mebusu olmuş. Yani bizim aşiret hem insan sayısı bakımından hem de hükümetteki devletteki yeri bakımından çok güçlüymüş. Amcam Şükrü ağa mebus olduktan sonra da üç aşiret arasındaki kavgalar şiddetlenmiş.
Aşiretler birbirinden çok adam öldürmüş. Kan davaları artmış. bu kavgaların sonunda Mıfti aşiretinin köyleri yakılıp yıkılmış. Mıfti aşireti sürgün edilmiş. Aşiret kavgaları bir yandan kan dökerek, diğer yandan da birbirlerini devlete ihbar ederek devam etmiştir. Amcam Şükrü ağayı ve babamı 1925 yılında meydana gelen Şeyh Sait isyanına katıldılar. Cumhuriyete karşı gizli işler yapıyorlar. Devlete karşı geliyorlar. Halkı eziyorlar. İnsanlara zulmediyorlar” diye ihbar etmişler. Bu ihbar üzerine bir alay asker gelir, amcam Şükrü ağayı tutuklayıp Urfa’ya götürür.
Bu sırada Haci Bedir Ağa hala Ankara’da mebustur. Damadını kurtarmaya çalışmaktadır. Bir süre sonra Şükrü ağa bizim aşiretin silahlı adamları tarafından Urfa’da alayın içindeki hapisten silah zoruyla kaçırılır. Şükrü ağa ve babam Narince yakınlarındaki bir köye saklanırlar. Fakat bir müddet sonra askerler tarafından yakalanarak Diyarbakır’a götürülürler.
1926 yılında Diyarbakır İstiklal Mahkemesi’nde yargılanırlar. Amcam Şükrü Ağa haklarındaki iddiaların çoğunu çürütür. Mahkeme başkanı “Sizin hakkınızda doğru ifade verebilecek, sizin için suçsuzdur diyecek güvendiğin iki kişinin adlarını ver. Eğer bu kişiler sizin suçsuz olduğunu söylerlerse ikinizi de beraat ettiririz” diyor. Bunun üzerine amcam Şükrü ağa, Osman paşanın oğlu Bedri ağa ile akrabamız olan Veysi ağanın adını veriyor. “Bu iki kişinin ifadeleri bizi bağlar” diyor.
Bunun üzerine mahkeme başkanı, önündeki çekmeceyi çekiyor; Bedri ağa ile Veysi ağanın amcam ve babam hakkında verdikleri ihbar dilekçesini okuyor ve altındaki mührü gösteriyor.
Şükrü ağa şaşırıyor. Çaresiz kalıyor. “Bundan sonra söylenecek başka sözümüz yok. Karar mahkemenin takdiridir” diyor.
İdam edilmeden önce Şükrü ağa, ağabeyi Sabri ağanın oğlu Osman’a son sözlerini söyler:
“Biz Bedri ağanın ve Veysi ağanın ifadeleri ile idam ediliyoruz. Gereğini yapınız.”
Babam ve amcam yürüyerek idam sephasına giderler ve sabaha karşı asılırlar.
O yıllarda istiklal mahkemelerinin kararıyla idam edilenlerin cenazeleri, dini vecibeler yerine getirilmeden, bir çukura gömülürmüş. Amcaoğlu Osman, babamın ve amcamın cenazelerini sekiz yüz altın lira ödeyerek teslim alıyor. Köye getiriyor. Dini vecibeler yerine getirilerek, yıkanıp, kefenlenerek aile mezarlığına defnediliyor.
Bundan sonra amcaoğlu Osman, Bedri ağayı takip etmeye başlar. Ve bir gün Urfa ile Fırat arasında pusu kurar ve Bedri ağayı öldürür.
Osman’a göre amcalarının intikamı alınmıştır. Ama Bedri ağanın olaydan haberi yoktur. Çünkü mahkeme başkanının okuduğu ifade başkaları tarafından düzenlenmiş ve altına da çeşitli entrikalarla ele geçirilmiş olan Bedri ağanın mührü basılmıştır.
Gerçekten bu böyle mi olmuştur? Söylendiği gibi Veysi ağa ile Bedri ağanın babamın ve amcamın idamında hiçbir suçu yok mudur? İhbarların çoğu düzmece midir? Bu yaşıma geldim, ben bu işleri hala anlayamadım. Kafamdaki bu soruları cevaplayamadım.
Anam Siranuş, babamın idamından sonra bir daha evlenmedi. Bütün hayatını bizleri yetiştirmeye verdi. Hem anamız, hem babamız oldu. Anamın yüzü hiç gülmedi. Anamın güldüğünü hemen hemen hiç görmedim. Dedim ya anam çok ağlardı. Ben çocukluğumda anamın ağlayışına ağlardım.
Neydi bizim başımıza gelenler? Dayılarımı, Barsam dedemi kimler niçin öldürdü?
Ne babamın ve amcamın idam edilmesini, ne de Barsamların hiçbir suçları yokken öldürülmelerini anlayamadım. Dayımlar iyi insanlarmış. Bu topraklar onlarınmış. Şimdi üstünde evimiz bulunan bu köy Barsam dedeminmiş. 1937’de açılan veraset davasıyla anamın malı olduğu ispatlanarak bize verilmiş.
Anam vasiyetinde “Beni buraya, babamın toprağına gömün” dedi. Vasiyetine uyarak, evimizin yukarısındaki tepenin üstüne gömdük. Babamın mezarı, Narince’de; anamın mezarı Gerbu’dadır. Babam kendi toprağına gömülmüş. Anam da kendi toprağına gömüldü. Böylece çok özlediği babasıyla amcalarıyla, kardeş, akrabalarıyla toprağın altında buluşmuş oldu!
Karım da öldü. Onu da Narince’de babamın amcamın yanına gömdük. Arada sırada, bayramlarda ziyaret ederim mezarlarını. Şimdi torunlarım bakıyorlar bana. Sağ olsunlar. Fakat karım da ölünce iyice yalnız kaldım bu dünyada.
Nedir bu çektiklerim? Bir kere olsun babamı görseydim, bir kere olsun babama “Baba” deseydim, ondan sonra ölseydim. “Baba” diyemeden öleceğim ben, öleceğim ben.”
Mehmet Nuri, tekrar ağlamaya başladı. Ama şimdi sanki odanın içindekileri bile görmüyor, anasının babasının cenazesinin ardından ağlayan bir çocuk gibi içini çeke çeke kendinden geçerek ağlıyordu.
Sultan hanım koyverdi kendini. Gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyor.
Hacı İbrahim, Şirin, Ruken, Berfin, Dilan, Zêrin ağlıyor...